BİZİ TAKİP EDİN
facebook instagram youtube Twitter
TR EN

1001 Gece Limanı

13.07.2020
Paylaş

Çocukluk yıllarımda babamla sık sık hamama gittiğimizi anımsarım, Cağaloğlu Hamamı’na, Çemberlitaş Hamamı’na, Edirnekapı Hamamı’na. İlkokul birinci sınıfı, Edirnekapı’da okumuştum ve henüz yoksul evlerde banyo yoktu, pek tasarlanmıyordu. Aslına bakarsanız, bir şehrin geçmişini ve ruhunu sırf yıkanma biçimi üzerinden anlatabilir insan. Hamama gitme alışkanlığını üniversite yıllarımda devam ettirdim, sırf atmosferini sevdiğim için. İstanbul’un eski hamamlarını arkadaşlarımla ziyaret etmek hoşuma giderdi. Tek sıkıntı, hamamda sıraya girip elini açan her hamamcıya bahşiş vermekti. Bir, bahşiş vermek hoşuma gitmezdi, hâlâ da avucunu açan birine para tutuşturmak, kirli bir mendili kimselere göstermeden alıp cebine sokuşturmak gibi gelir bana. Gedikpaşa’daki hamamı keşfedince daha çok o hamama uğrar olduk, daha az turistikti. Şehrin merkezi, entelektüel ekonominin, yani kitap yayın dünyasının merkezi Cağaloğlu’dan çıkıp da İstiklal’e geçince, hamamlar da orada kaldı, şehrin ticaretinin soluk alıp verdiği, dar merdivenli hanlar da orada kaldı. Yüzlerine bile bakan yok. Şehrin en güzel yerleri turistlerin dolandığı yerler oldu. Aslında pek çok kadim şehrin yazgısı böyle sanki. Sultanahmet, Cağaloğlu, Gülhane, buraların civarı hep turistik yerler. Sıradan halk yok, otel lobisi gibi her yer, ruhsuz, yapay. Şehirleri, mahalleleri, sokakları, o sokakların ticari tarzlarını, özgünlüklerini bir günden diğerine değiştirmemeli kimse bana kalırsa. Şehrin her köşesi insanın hafızasında, usta bir elin parmaklarından çıkmış kara kalem resmi gibi yaşamalıdır.

Korona günleri henüz başlamadan ben İzmir’in bir köyüne gelmiştim ve bu satırları karantina günlerinden birinde yazarken, hamamların, sağlığın, suların, İstanbul’un derelerinin, İzmir’in nehirlerinin ne kadar da yaşamsal olduğunu çok daha iyi anlıyorum. Evliya Çelebi İzmir’i anlatırken, hamamlarına özel bir yer verdiğini fark etmiştim, hatta bunu neden bu kadar önemsediğini merak etmiştim. Altı yüz hamamın varlığından söz eder Evliya. Öyle ki, İzmir’i anlatırken neredeyse hamamlarından başlar. 

Seyyahlar seyyahı Evliya, İzmir’deki hanlardan da söz eder, seksen iki adet kale gibi büyük hanları vardır, der. En meşhur olanlarını da sıralar, Malkoçzade Hanı, Kurşunlu Han, Çavuşzâde Hanı, Altıparmak Hanı, Tercüman Hanı, Beyler Hanı, Mehmed Efendi Hanı, Mısır Veziri Ebülhayr Kethüda İbrahim Paşa Hanı, Muhtesib Hanı, İmamzâde'nin oldukça mamur durumdaki iki hanı, Bölükbaşı Hanı, Tavşanlı Hanı, Çukur Han, Hacı Hüseyin Hanı, Hacı Ömer Hanı, Fazlullah Ağa Hanı, Sulu Han ve Bostancı Hanı, meşhur hanlar bunlardır. Bu hanları tek tek görmek, kapısı açık olanların içine girmek, kim var imiş biz burada yoğiken demek gerekir. Hevesimi korona günlerinin ardına gizliyorum. 

Evliya Çelebi, İzmir’in çeşmelerinin sayısını şehre göre az bulur, toplam on yedi sebilhanedir. Tamamı üç binden fazla dükkândan söz eder. Sabunhaneler, bezirhaneler, bozahaneler, kahvehaneler (yetmiş), gümrükhaneler, meyhaneler (iki yüz meyhane, hatta kahvehanelerden fazla). İzmir ahalisinin dört asırdır değişmediğini bu satırlardan da anlayabilir kişi.

İzmir’in hanlarında yok yoktur, böyle der Evliya, insanoğlunun eceline derman can otu hanlarda mevcuttur. Ölü bedene hayat verip yaşlıyı taze civan eden dilber dudağı, kuş sütü ve insan sütü bulunur. Bir diyarda insan sütünün miskal ile satıldığını görmedim, ancak İzmir'de gördüm. Arslan sütü dedikleri şaraptır. Hicabı ve damlası yasaklanması için padişah tarafından ferman gelip bütün meyhaneler kaldırıldı. İçki içen biraderler hep birlikte bozaya bozulup düzüldüler. Rakının yerini boza ne kadar tutabilir ki?

Evliya, önce insanı, sonra mekânı anlatır, daha çok böyledir. Canlı olan cansızdan önce gelir. Onun ayrıntılı anlatısından İzmir’in limanının görkemini, etrafında hale hale yarattığı sokakların caddelerin gözümüzün önünde canlandığını görürüz.

“Kısacası, Osmanlı'nın tasarrufu altında 260 işlek, büyük iskele vardır ki yük çözülür ve yük bağlanır şehirlerdir. Ama İzmir İskelesi bunlardan daha meşhur şehirdir. Zira yedi iklimde Osmanlı ile dost olmuş 18 kefere (gayrimüslim demek istiyor) kralı vardır. Hepsinin balyozları (elçi) ve konsolosları vardır. Ve bezirgânları yeryüzünün mahsullerini ve bütün ülkeler halkının metalarını getirirler. “ 

Yılda bin gemi gelir bin gemi gider, bu metalar İzmir şehrinde satılır. Böyle bir geçit ve işlek iskeledir ki dünyaya ün salmıştır. Frenk gemileri öylesine çok uğrar ki İzmir şehrinin yarısı sanki Frengistan'dır. 

Hal böyleyken, bu kadar farklı din, dil, bu kadar farklı adet, çeşitlilik, renklilik, malların çeşitliliği, dillerin, dinlerin çeşitliliği, tüm bunlar, görkemli bir uyumu mu anlatır yoksa, çekişmeyi, hatta çatışmayı mı? Evliya, başkalarının aklına takılabilecek şeyleri de yanıtlamaya çalışır.

“Bir kimse bir kâfire tokat vurmaya kalkışsa derhal kapıcılar ve bekçiler adamı ortaya alıp aman vermeyip hâkime götürürler ki, ya hakim katleder yahut kâfirler katledip Müslüman na’şını o an kaybeder. Bir tarafı böyle Malta gibi karanlık Frengistan gibi yerdir.”

Evliya devam eder:

“Bu şehrin suyu ve havasının güzelliğinden mûğpîçe ve ruhbanpîçe taze kefere dilberleri var ki kâküllerini dağıttıkça gören âşıkların da akılları dilber kâkülü gibi perişan olur. Ta bu mertebe mûğpîçe dilberleri vardır.”

Ne tuhaf, Evliya’nın anlattığı “dilberler” nasıl da bugün İstanbul’un sokak diline yerleşmiştir, İzmir’in güzelleri diye. Söz uçar. Çünkü söz güçlüyse kaybolmaz, yerden yere, zamandan zamana dolaşır. “Bu Frenk mahallesinin çarşı pazarları gayet süslüdür. Onlara özel çarşılardır ve âyinlerini yapacak yedi adet puthane kiliseleri var ki içleri papazlar ile dolu bir karanlık yerdir.”

1001 GECE GİBİ

İzmir, İpek Yolu’nun limanlarından, uğraklarından biridir. Şehrazad’ın öykülerinde geçen, Bağdat’tan ya da Basra’dan yola çıkıp, mal almak ya da mal satmak üzere tacirlerin uğradığı yerlerden biridir. Bunu da bize, Evliya çelebi, tatlı ve dolambaçlı diliyle anlatır. Şehrazad’ın İzmir’ine biraz sonra uğrayacağız, biz Evliya Çelebi’nin sırasını bozmayalım. Gayrimüslimlerin İzmir’in kuzeyinde, liman kıyısında yerleştiğini söyler seyyahımız.

Filikalarla gemilerinden evlerine gelip gittikçe her gemiden bir top atarlar, devamlı gece gündüz böyle alışkanlıkları vardır. Bu yüzden, top seslerinden durulmazdır. Şöyle bir çarşıyı hayal edin:

“Bu şehrin tüm çarşıları gayet süslü olup öyle alım satım olur ki insan deryası dalgalanıp bölük bölük olup insanlar birbirinin omuz omzundan söküp rahatlıkla geçemez. Ta bu derece kalabalık yolları vardır.”

Ve bundan sonrası, Şehrazad’ın anlattığı limanlardan biridir. Şehrazad’ın başkenti Bağdat’tan, diğer 1001 Gece kentlerinden gelen kervanların öykülerini işitiriz seyyahın ağzından. İşte şöyle:

“Zira gece gündüz Arap ve Acem'den nice yüz bin deve, at ve katır gelip gitmededir. Ve daima bu şehir ucuzluk olmadadır, zira bir tarafı karadan ve bir tarafı denizden çeşitli mallar gelmededir. “

“Bu şehrin yiyecek ve içeceklerinin övülenleri; İzmir narı, bademi ve sabunu cihanı tutmuştur. Balı ve beyaz ekmeği de meşhurdur. Bu şehrin berrak suyunu, hayır sahibi Baltacı Mahmud Ağa altı saatlik yerden sarp kayalı yerlerden çok büyük masraflar yaparak getirtmiştir. Açık yerlerden gelmekle sıcaktır, ama biraz hava alsa buz parçası olup abıhayat olur hazmı kolay bir saf sudur. Bu temiz suyun kaynağı, bir mesiregâh ve yeşillik yerde kayalardan doğduğunda buz parçası hayat pınarıdır.

Bu şehrin tüm caddeleri baştan başa beyaz taş kaldırım döşelidir ve temizdir. Ilıman iklimli şehir olduğundan limon, turunç, nar, zeytin, incir, servi, çınar ve kirazı çoktur. Ancak bir hurma ağacı vardır, göklere doğru uzayıp gitmiş düzgün hurmadır. Ama aşlamasını bilmediklerinden hurması olmaz.

Gümrük önündeki limanın sol tarafında kale vardır, onun solunda bir küçük liman vardır, 200 parça gemi alır iyi limandır. İri barça kalyonlar açıkta denizde yatarlar.

Bu şehir lodostan doğuya 80 mil uzunlamasına bir körfez denizinin sonundadır. Karşı karşıya genişliği birer mildir. Lezzetli balıkları olur.

Bu küçük limanın karşı tarafında Ahmed Ağa Camii önünde Kaptan Kaplan Mustafa Paşa bu limanın yarısını doldurup yeni güzel bir çarşı yapmış ki 300 adım büyük bir caddenin iki tarafı sıralı olarak, kırlangıç kanadı gibi nakışlı kepenkler ile donanmış 150 adet kârgir dükkânlarla süslenmiş çarşıdır. Bitiminde iskele başında meyve gümrükhanesi olmak üzere bir saray ve bir şahnişinle süslenmiş ibretlik bir dinlenilecek yerdir. Bir dinlenme yeri de hünkâr bahçesidir. Ama o kadar süslü ve çiçekli değildir. Ancak bahçe üstadı ve külâhlı bostancıları vardır, maaşlarını gümrükten alırlar.

Bu şehrin tüm halkı zengin bezirgânlardır. Ve gayet garip dostu ve mahbûb dostlardır. Nimetleri zengin, fakir ve misafirlere boldur. Hepsi çeşit çeşit saya, iskerled çuka ve değerli kumaşlar giyerler. Kadınları yine çuka ferace ve başlarına selâmiye dîbâ takke giyip raksıbendî tülbent bürünürler.”

Şu söyleyeceklerinin bugünkü İzmir halkından bir farkı var mıdır sorarım, bir dinleyin Evliya’nın tatlı dilini:

“Bütün halkı neşe ve zevk ehli adamlardır. Yüz renkleri baştan başa kırmızı olup gayet sağlıklı ve rahatına düşkün adamlardır. Beşinci iklimdendir. Eğer bu şehri öğrendiğimiz kadarıyla anlatsak ciltli bir kitap olur, vesselam.


Yazı: Özcan Yüksek